28 Eylül 2010 Salı

NEZAHAT GÖKYİĞİT BOTANİK BAHÇESİ

Yazdan kalan son demleri yaşadığımız bu günlerde, haftasonu programları da farklılık göstermeye başlıyor. Açık hava gezintileri, park buluşmaları, deniz kenarı yürüyüşleri, piknikler son bulurken, alışveriş merkezleri amaçsızca ve bilinçsizce alışveriş yapan, gezen tüketim çılgını insanlarla dolmaya başladı.

Açık hava gibisi yok! Bırakın yağsın yağmur tepenize, şeker değilseniz erimezsiniz nasılsa:)) Hapşıran, aksıran insanlarla  dolu, kapalı, havasız mekanlarda olmak yerine, alın size açık havada çocuklarınızla birlikte gerçekleştirebileceğiniz hem eğitici, hem öğretici, hem de keyifli bir alternatif program....

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi


Bahçe Ali Nihat Gökyigit Vakfı’nın (ANG Vakfı) genelde biyolojik çeşitliliğin, özelde bitki çeşitliliğinin hayati önemi, korunması ve tanıtılması amacıyla gerçekleştirdiği toplumsal bir faaliyettir.

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi (NGBB) 1995 yılında Ali Nihat Gökyiğit tarafından eşi Nezahat Gökyiğit adına hatıra parkı oluşturulmak amacıyla kurulmuş ve başlangıçta ‘hatıra parkı’ amacına yönelik bir bitkilendirme ve ağaçlandırma planı uygulanmıştır.


Önce yol inşaatı nedeniyle yapısı aşırı derecede bozulmuş toprak ıslah edilmiş; sonra 50 hektarlık park alanına takriben 50.000 ağaç ve çalı dikilmiştir.

Daha sonra amaç değiştirilerek, bir botanik bahçesi olma yolunda çalışmalara başlanarak 2002 yılında halkın ziyaretine açılmış ve 2003 yılında adı Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi olarak değiştirilmiştir.

İstanbul’un Anadolu yakasında, Atatürk ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinden gelen otoyollarla, Anadolu otoyolunun(Ankara) birleştiği kavşakta bulunmaktadır. Bahçe kavşaktaki anayollar ile bağlantı yolları arasındakiadalar üzerinde kuruludur ve sekiz adadan oluşmaktadır. Alan, Karayolları Genel Müdürlüğü ile ANG Vakfı arasındaki bir protokolle 2025 yılına kadar bu hizmete tahsis edilmiştir. NGBB, İstanbul’a %12 oranında yeşil alan sağlamasıyla İstanbullular için bir nefes alma noktası olmasının yanı sıra, bir araştırma, eğitim ve öğretim merkezidir.

Özellikle haftasonları çocuklar ve yetişkinler için farklı saatlerde ve değişik konularda hazırlanan etkinlikleri kaçırmamanızı öneririm.

Siz bir yandan kendinizi geliştirirken, çocuğunuzda diğer yandan  oyun alanında kurtlarını döksün, doğayla başbaşa vakit geçirsin, bitkileri, ağaçları tanısın, öğrensin.

Bahçenin çocuklara ayrılan bölümünü meğer benim arkadaşım, sevgili Pınar Büyükgüral tarafından tasarlamış ve uygulamaya konulmuş, biz daha tanışmadan evvel...

Benim için de gerçekten çok özel bir sürpriz oldu bu durum, bilmiyordum.

Zeynep'in bir kelebek misali oradan oradan koşarak mutluluktan delirircesine oynadığını görünce, kocaman sarılasım geldi Pınar'a, eline sağlık diye:))

Sonra dayanamadım mail attım kendisine "anlat dedim, nasıl yaptın bu parkı?"

"Bu parki dogal malzemeler kullanarak cocuklarin oyun oynayarak kesif yapmalarini saglamak amaciyla tasarladik.Geleneksel oyun parklarinda bulunan oyuncaklar yer almadi;tam tersine kendilerinin oyun kurabilecekleri tarzda platformlar, ahsap evler tasarlandi sosyal gelisimleri de pekişsin diye...
Etkinlik alanlari ayrıldı, hayvanlardan karakterler oluşturulup belli başlı bilgiler onların aracılığı ile verilmeye çalışıldı. Çok keyifli bir süreçti. Ben tüm tasarımlari yaptım, abim 3 boyutlu modelledi, marangoz ekibi  insa etti, park  çalışanları da boyadı...."


Süper bir tasarım, çok başarılı ve de keyifli bir alan...

Çocuklarınızla beraber, doğayla içiçe keyifli bir gün geçirebileceğiniz bu bahçeyi, eğer İstanbul'da yaşıyorsanız sakın es geçmeyin derim.

23 Eylül 2010 Perşembe

KARADENİZ

2009 yılı Temmuz ayında biraz farklı bir tatil yapmak istedik eşimle ve bu kez tatilimizin çocuksuz olmasına karar verdik. Seyahat boyunca izleyeceğimiz rota Zeynep için çok yorucu olacaktı, Ece de o sıralarda Bodrum'da anneanne ve dedesiyle birlikte olduğundan, biz de seyahate arkadaşlarımızla çıktık.Ancak yine de yurdumuzu gezelim görelim, tanıyalım diyenlerdenseniz, 8-9 yaş üzeri çocuklarınızla pekala çıkabilirsiniz bu seyahate.

Mevsim olarak en doğru zaman Temmuz'un 2. haftası dediler bize, doğruymuş. Kimi gün güneşli, kimi gün birden bastıran yağmurla gezdik durduk Karadeniz'i baştan sona.İşte bu yüzden de tavsiyem valizinizi hazırlarken mayonuzu da, yağmurluğunuzu da, terliğinizi de, botunuzu da yanınıza almanız. Gerçi her gün bir il, her gece bir otel bunca eşya ile biraz zor oluyor ama emin olun, gördükleriniz, yedikleriniz tüm bu sıkıntılara fazlasıyla değer.

Tatil demek sadece deniz, güneş, kum, havuz, şezlong demek değilmiş.

Pekala, gün içi kısa zamanlı otobüs yolculukları ile, her ilde ve her otelde bir gece ile, indir çıkar, aç kapa valizler eşliğinde, gidilen yerin meşhur ve yöresel yemekleri ile beraber,  ciğerlere çekilen o yakıcı çam kokusu ile sarhoş olunup, hiç bilinmeyen horonu sanki biliyormuşçasına çalınan her türküde fıkır fıkır oynayarak da tatil yapılabiliyormuş.

Sizlere ruhumu ve aklımı esir alan KARADENİZ’i anlatmak, iştahınızı kabartmak, resimlerle belgelemek istiyorum bu nefis tatilimizi.

Öyleyse sıkı durun başlıyoruz.....

İstanbul’dan hareket eden otobüsümüzün ilk durağı Amasya, midemizin ilk besini ise leblebi oldu. Sarı leblebinin yanında çikolatalı ve şekerli leblebilerin tadına da baktık, nefisti. Dakika bir gol bir misali yemekle başladı turumuz ve bu şekilde devam edecek, baştan belirteyim:))

Hazeranlar konağı, Gök Medrese, 2.Beyazıt Külliyesi, Kral Mezarları, Yeşilırmak, Mumyalar Müzesi, Amasya Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Saat Kulesi, Ferhat ile Şirin efsanesine ait su kanalları ve günümüzde konservatuar olarak kullanılan Darü-şifa gezileri sonrasında Çakallar Tepesine çıkarak tüm Amasya’yı kuşbakışı olarak seyredebildiğimiz Ali Kaya restaurantında meşhur Toyga Çorbası ve  Tokat Kebabı yedik.

Yemekten sonra Havza üzerinden Kurtuluş Savaşı’nın başkenti Samsun’a ulaştık.  Atatürk Anıtı, Bandırma Vapuru, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi gezisi sonrası gece Ordu’da konakladık.


Samsun’a çok kızdım ve sevmedim. Lütfen alınmayın Samsun’lular ama nasıl olur da Atatürk’ümüzü Samsun'a kadar taşıyan ve Kurtuluş Savaşı için alınan tüm kararların, yapılan tüm planların merkezi olan Bandırma Vapuru’nu koruyamazsınız? Neden ve niçin sökülüp yokolmasına izin verirsiniz?

Evet yanlış okumadınız! Bandurma vapuru 1925 yılında işe yaramıyor diye, eskimiş diye sökülüp parçalanmış, sonrasında 1993 yılında Valilik emri ile birebir aynısı yapılan vapur, şimdilerde şehrin gururu olarak ziyaretçilerini ağırlıyor.

Bu nasıl bir anlayıştır? Bir ulus adına nasıl bir kültür ve tarih ayıbıdır, sorarım sizlere.. Tarihini ve geçmişini koruyamamak olarak nitelendirdiğim bu davranışı yapanlara teessüf ederken, şehrin meydanında bulunan büyük Atatürk heykelinin önünde Atam’dan özür diledim, milletim adına, tüm sorumlular adına.

Ordu’ya ise hayran kaldım. Sahili, plajları, halkı, gecesi, gündüzü ile bence İstanbul’un Caddebostan sahili gibiydi. Mini etekli, bikinilisi de vardı, türbanlısı da. Hepsinin geceleri en büyük eğlencesi kuruyemiş, çekirdek eşliğinde yapılan sahil boyu yürüyüşler ile, birbirinden güzel deniz manzaralı sahil çay bahçelerinde çaylarını yudumlamak. Semaverde demlenmiş tavşan kanı çay eşliğinde Ordu sahili inanın bana bir başka güzel. Ha bir de bu arada söyleyemeden geçemeyeceğim; siz siz olun, Ordu'ya gittiğinizde semaverde çay ısmarlarsanız, sakın ola süzgeç istemeyin, kızıyorlar. "Çayın hası çöpüyle içilendir!" dediler bize.

Ay bir de anlatamadan geçemeyeceğim bir pide olayı var.(Yine mi yemek demeyin, daha anlatacak çok şey var bu konuda) Fatsa'dan Ordu'ya giden yol üzerinde, Bolaman kasabasında, denize sıfır bir yerde, tahta masalar üzerinde, dalgaların beyaz köpükler eşliğinde kıyıya vuruşunu seyrederken, kıymalı pastırmalı üzeri çift yumurtalı pideyi nasıl mideye indirdiğimi sanırım anlatmaya gerek kalmadı. Pidenin tadı bugün bile hala damağımda sanki! Dehşet ötesi bir lezzet!

Boztepe, Ordu’nun seyir terası. 475 metre yükseklikten tüm Ordu’yu, yeşillikler içerisinde selamlama şansına sahipsiniz. Hele bir de yanında tavşankanı bir Karadeniz çayı yudumluyorsanız, ne mutlu size. Hadi çekin bu havayı içinize, çam  kokusu, iyot kokusu, çay kokusu harmanlanmış bekliyor sizi...

Ertesi gün yolumuz Gülyalı, Pirazizi ve Bulancak üzerinden Giresun ve Giresun Kalesi;ancak şiddetli yağış, kayan topraklar , dik, sarp ve yokuş yollar otobüsün ilerlemesine engel oluyor. Mecburen Giresun’u pas geçip yolumuza devam ediyoruz. Kısmetse bir başka sefere...

Harşit Vadisi, Kürtün Barajı derken Gümüşhane’nin Torul ilçesine varıyoruz. Öğle yemeğinde yediğimiz nefis şeker kurufasulye üzerine mağaraya çıkmak gerçi pek hoş olmuyor ama sarkıt ve dikitleriyle ünlü Karaca mağarasını görmemek de büyük eksikliktir diye düşünüyoruz. Mağara sonrası yolumuza devam ederek şu meşhur Zigana Geçiti’ni geçiyoruz. Geçit öncesi hava ile geçit sonrası havanın değişikliğini Hamsiköy sütlacı yiyerek tartışıyoruz! (Dikkat! Sütlaç sevmem diyene bile yedirtecek tarzda bir tat!)

Günün en heyecan verici gezisini, Sümela Manastırı’nı yoğun yağış yüzünden bir sonraki güne bırakarak otelimize varıyoruz. Biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için hazırlanıp muhteşem bir eğlenceye dalıyoruz. Karadeniz şivesi ile türkü söyleyen Kaptan lakaplı şarkıcı, sahne performansı ve karşısındaki kişi için anında uydurduğu mani türü tekerlemelerle neşemize neşe katıyor. Biz ne ara öğrendik bu kadar güzel horon tepmeyi, ben de şaşırdım bize!!


Sabah erkenden hareket ile önce Çoşandere’yi ziyaret ettik, ardından Sümela Manastırı’na geçtik. Dar yollar sebebiyle otobüs ile değil de minibüs ile çıkarken heyelan yüzünden kapanan yola, yürüyerek devam ederek gezimize biraz da heyecan yükledik.


Manastıra girmeden önce bizi karşılayan bir Karadenizli arkadaş, bize oldukça eğlenceli dakikalar yaşattı. Elinde kemençe, üzerinde yöresel kıyafetler ile gelenlere horon tepmeyi öğreten dostumuzla keyifli dakikalar yaşıyarak bol bol fotoğraf çektik..



Sümela Manastırı, bulunduğu yer, çevresi, içi, hikayesi ile bir doğa harikası. Bir pencerenin önünden kafamı çıkarıp etrafa bakıyorum ve gözlerim sadece iki rengi görüyor, yeşil ve mavi. Dağ, taş yeşil, yemyeşil. Gözlerimiz yeşile aç, doyamıyoruz bakmaya. Ciğerlerimiz yanıyor nefes aldıkça, çamın kokusunu hissediyoruz genzimizde.
SümelaManastırı sonrası yolumuza devam ederek Trabzon’a geliyoruz. İlk  durağımız, 1930-1937 yıllarında buraya üç kere gelerek konaklamış Ulu Önder Atatürk’ümüzün köşkü.

Atatürk’e ait özel eşyaların sergilendiği köşkte, “Ben olayım olmayayım, Türk Milleti bakidir. Görevinizi bana karşı değil, millete karşı yapacaksınız”( 11 Haziran 1937) sözünü okuyunca günümüzün koltuk sevdalılarını düşünemeden edemedim.




Şehir turumuza Ayasofya Müzesi ve bölgeye ait kazaziye isimli gümüş takıların yapılıp satıldığı bir dükkan ile devam ettikten sonra öğle yemeği için Fırtına Vadisi’ne gittik. Mis gibi tereyağ kokan mıhlama sonrası  kırmızı benekli alabalık ile karalahana sarması ve laz böreği yedik.  Grubun bir kısmı horon teperken biz macera düşkünleri, ayaklarımızı Fırtına Deresi’nin çağıl çağıl akan o buz gibi sularına sokma telaşına düştük.





Yemek sonrası kendimizi Karadeniz’in en güzel yaylalarından biri olan ancak her geçen gün turizmin beşiği haline gelmiş ve bu yüzden de genel havası biraz bozulmuş meşhur Ayder Yaylası’nda bulduk..Yaylanın en yüksek noktasında durup karşıki dağlar arasından bir gelin tülü gibi süzülen ve bu yüzden de Gelintülü Şelalesi adını alan şelaleyi doya doya seyredip resmettik hem makinalarımız hem de hafızalarımıza.



Tipik bir Karadeniz kadını ile tanıştığımız Ayder Yaylası’nda, yağmurdan ve soğuktan korunmak için girdiğimiz bir dükkanda, işi eğlenceye vurarak, renk renk örtülerle kafalarımızı bağladık.. Türbandan farklı yöreye özgü bağlama sanatı sayesinde bekar bağlaması, yeni evli bağlaması stilleri ile herkesleri şaşırttık.



Ayder Yaylası sonrası günün son durağı Sarp Sınır Kapısı idi.

Geceyi Artvin Hopa’da geçiriyoruz ama mutsuzuz, zira otelimiz çok kötü. Rehberimizin dediğine göre bu otel aslında kötünün iyisiymiş. Böylesi kültürel ve tarihi zenginliklerimiz var ama bunları gezip görmeye gelenleri ağırlayacak otellerimiz ve personellerimiz yok! Ne kötü!

Ertesi sabah kahvaltı sonrası ilk durağımız Rize bezlerinin dokunduğu bir atelye. Rize bezi dediğimiz ürün çözgü ipliği, %100 pamuk olup Rize yöresine ait kenevir bitkisinin lifinden yöreye has şekilde işlenen iplikten olan ve tamamen el dokuma tezgahlarında üretilen bir  üründür.

Kısa bir alışveriş molası sonrası doğa harikası olarak nitelendirebileceğim bir yere, Uzungöl’e varıyoruz. Böylesi bir cenneti bizden önce keşfetmiş Arap turistlerin kirliliğinden şikayetçi olan yerli halk ve esnafa rağmen - ki haksız sayılmazlar!-  tepeden görünen göl manzarası, dağlardan göl üzerine inen sis bulutları bütün çirkinlikleri unutturuyor.

Uzungöl sonrası büyülenmiş bir şekilde Trabzon Akçaabat’a doğru yol aldık ve elbetteki Akçaabat Köftesi yedik. Üzerine ise Tirebolu Çay Fabrikası gezisi ve nefis demlenmiş çaylar. Gece Fatsa’da konakladık.

Ertesi gün yolumuz Fatsa üzerinden Sinop'a uzandı.. Bafra Ovasını geçerken buranın aynı zamanda bir kuş cenneti olduğunu, ülkemizde mevcut 420 kuş türünden 311’inin burada yaşıyor olduğunu öğrendik.. Yolcuğumuzun ilk durağı Terme, aslında Terme pidesi ile meşhur ama biz diğer meşhur bir yiyeceği, Amazon Tatlısını tercih ettik nehir kıyısında kahveler eşliğinde.

Öğle yemeğini Sinop’ta limanın içinde balık yiyerek geçirdikten sonra  Sinop Kalesi’ni ve Sinop Kapalı Cezaevi’ni gezdik. Kaçmanın imkansız olduğu bu cezaevi şu an müze olarak kullanılmakta, aynı zamanda geçtiğimiz sezon televizyonlarda oynayan Parmaklıklar Arkası dizisinin de çekimlerinin yapıldığı bir yer.

Sinop Kapalı Cezaevi’ne gelip de ünlü romancı Sabahattin Ali’yi ve şarkılara söz olmuş o güzel şiirini şarkı olarak mırıldanmadan geçemiyoruz. Bir anda tüm grup cezaevinin avlusunda kendisini şarkı söylerken buluyor.


Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma

Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma

Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül aldırma

Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allaha
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter;
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül aldırma
S.ALİ

Duygu yüklü olarak otobüse binip yolumuza devam ediyor ve Türkiye’nin en kuzey noktasına İnceburun’a gidiyoruz. Hani şu hepimizin coğrafya derslerinde Türkiye’nin yeri ile ilgili öğrendiğimiz ilk cümle var ya ‘”36-42 kuzey paralelleri, 26-45 doğu meridyenleri noktasının en kuzeyinde olan bölüm....

Üzülerek itiraf ediyorum ki hayal kırıklığına uğradım. Nedendir bilmem ben kafamda orayı çok daha önemli bir konuma oturtmuşum ya da öyle olmasını istemişim.

Bir tepenin sonunda denize uzanan burnun orta yerinde yükselen bir fener ile, kafamda yarattığım coğrafi konum pek örtüşmedi. Belki de bu yüzden, bu noktanın daha bir özel ve daha bir turistik olmasının gerektiğini düşünüyorum.
İnceburun sonrası rotamızı ülkemizin tek fiyord tipi kıyılarına sahip Hamsilos’a çeviriyoruz. Deniz özlemi ile yanıp tutuşurken böylesi büyüleyici bir manzara ile karşılaşmak özlemimi bir tutkuya çeviriyor, ancak grubu bekletmemek ve teknik malzeme eksikliğinden ötürü bu arzumdan vazgeçiyorum.


Su özlemimi gece konakladığımız Gerze ilçesi’ndeki Geruze Otel’in havuzunda giderdikten sonra, önü boydan boya camlı denize bakan odamızda, camın önüne koyulmuş bir kleopatra koltuğunda denizi ve gökyüzünü seyrediyorum. Benden mutlusu ve benden huzurlusu yok gibi geliyor. Çocuklar ise burnumda tütüyor.
Ertesi sabah Kastamonu’ya doğru yola çıktık. Taşköprü üzerinde Gökırmak’ı selamladıktan sonra şehir merkezinde Türkiye’nin en özel ve en güzel Hükümet Konağı’nı görüyor, Kurtuluş Savaşı sırasında cepheye kağnısı ile mermi taşıyan, mermiler ıslanmasın diye bebesinin üzerindeki battaniyeyi mermiler üzerine örten Şerife Bacı Heykeli’nin önünde saygıyla eğiliyoruz.


Çalışkan, vefakar, milliyetçi, Atatürkçü Türk Kadını’nın simgesi olmalı bence Şerife Bacı.


Kastamonu ve çarşısı ziyaretlerimiz sonrası sıcaktan ötürü otobüsün kokmasını önleyebilmek adına rehberin ricası ile alamadığım sarmısaklarda kalan aklım, yörenin meşhur kuyu kebabını mideye indirdikten sonra ancak başıma geliyor.

Yemek sonrası Yörükköyü’nü ve buradaki müthiş yörük kadını Filiz Ana’yı tanıdık. Yörük Köyü mimari değerleri ve folklorik gelenekleri açısından özgünlüğünü büyük ölçüde korumayı başarmış ender yörelerimizdendir.

Yörük Köyü evleri, avlu duvarları, bahçeleri, sokakları, çeşmeleri ve en önemlisi  kökenleri Osmanlı İmparatorluğu' nun temellerine dayanan çalışkan ve samimi halkı ile kültür ve kimlik alanında önemli bir simgedir ülkemiz ve Safranbolu için.

Safranbolu merkezde yaptığımız Kaymakamlar müzesi sonrası çarşı turuna çıktık ve gruptan nişanlı olduğunu öğrendiğimiz bir arkadaşa gönüllü olarak kına gecesi yapmak üzere alışveriş ettik. Akşam otelde yemek sonrası kınalar, mumlar, şarkı ve türküler eşliğinde kına yapıp eğlencenin doruğuna çıktık.


Ertesi gün kahvaltı sonrası  Bartın Çayı’nın kollarını takiben Karadeniz’in eşsiz kıyılarına sahip Amasra’ya hareket ettik. Amasra ve çevresini gezdikten sonra görsel anlamda hepimizi büyüleyen meşhur salata ve balığı yedikten sonra ise gezimizi noktalayarak İstanbul’a doğru yola çıktık.


Anlayacağınız gibi tur hem kültür turu hem de yeme içme turu oldu hepimize. Bunca harekete, gezip tozmaya, horona rağmen bir kilo alarak döndüğüm Karadeniz Turu beni inanılmaz etkiledi. Tavsiyem bir gün mutlaka bu tura katılmanız olacaktır. (Karadeniz turu düzenleyen çeşitli turizm firmaları var. Biz Hey Travel'ı tercih ettik ve de çok memnun kaldık.) 
Giderken bana da haber edin ne olur, mutlaka gelirim, dedim ya aklım ve ruhum Karadeniz’de kaldı, barı gidip geri alayım isterim.


       
Yok ben bu kadarı ile yorulurum, bana daha küçük kapsamlı bir tur önerin derseniz de doğa ve denizi tercih edenlere tavsiyem 3 gün yayla konaklaması, 2 gün Sinop Hamsilos civarı, 2 gün de Amasra şeklinde olur. 

Bir küçük hatırlatma da yemek konusunda yapayım. Böylesi bir tatile gidince lütfen kendinizi sınırlamayın, yöresel yemeklerin, tatlıların tadına mutlaka bakın, aklınızda kalacağına midenizde kalsın. 

18 Eylül 2010 Cumartesi

HARİRE

Yeni bir yere, yöreye gittiğinizde oraya özel yemekleri yemeyi tercih edenlerden misiniz?

Yoksa.....

Ben gezip görmeye geldim yemek açısından mideyi riske atıp çeşitli sorunlarla uğraşmayayım diyenlerden misiniz?

Sizi bilmem ama benim tercihim her zaman ilk cümleden yana olmuştur. Beğenmesem de tatmanın doğru olduğunu düşünüyorum gidilen yörenin yemeklerini, tatlılarını...

Harire bir çeşit tatlı.

Mardin'e ait yöresel bir tat. Pekmezden yapılan bir çeşit muhallebi. Fakat nasıl lezzetli, nasıl güzel anlatamam. Üstelik çocuklar içinde inanılmaz besleyici.

Mardin yöresi üzüm bölgesi olduğundan burada üzümden her şey yapılır; şıra, cevizli sucuk, pekmez ve şarap. Sonbahar gelince kasırlarda ve köylerde büyük kazanlar içinde pekmez pişer.Bu kazanlarda kaynatılan pekmez, cevizli sucuk ve harire yapımında kullanılır.

Mardin'e gidip bu nefis tatları deneyimlemişler için bir müjde....

İstanbul'daki Cercis Murat Konağı'nda harire mevsimi başladı.

Cevizli sucuk için de isteyenlere adres verebilirim. Eminim ki bir kere tadınca bu nefis lezzetleri vazgeçemeyeceksiniz!!!

16 Eylül 2010 Perşembe

BOZCAADA

Anne baba olmanın sorumluluklarını, görevlerini, olurlarını olmazlarını anlatan bir kitap yok! Dolayısıyla anne baba olma işinin doğrusu da yok bana göre. Herkesin yaptığı doğru da yanlış da, bu şartlar altında kendine.

Herkes kendine göre, hayat standardına, yaşam kalitesine, sahip olduklarına göre bu sorumluluğun en iyisini yaptığına inanıyor.

Biz de!....

Her iki çocuğumuzu da büyütürken dikkat ettiğimiz başlıca konu, onları hayatın bizzat içinde tutarak büyütmek oldu. Pamuklara sarmadık, kapı, telefon, televizyon seslerini kısmadık, ışığı kapamadık, her yerde ve her ortamda uyuyabilmeleri için farklı alternatifler yarattık. İyi de ettik.Dedim ya bu işin doğrusu yok. Bu da bizim doğrumuz bize göre...

Tatil programlarımızı ve seçeneklerimizi de hep bu mantık çerçevesinde planladık. Zeynep bir yaşını henüz doldurmuştu ki, bir fırsat yakaladık kısa bir tatil için.

Yıl 2006, aylardan Mayıs.. 19 Mayıs’ı fırsat bilerek düştük yollara. İstikamet Bozcaada.

Kalınacak yeri önceden ayarladık. http://www.bozcaada.gov.tr/ sitesi bu anlamda bize oldukça destek oldu, fikir verdi.


14 dönüm arazi üzerine kurulu, dört bir yanı bağ. Armut, çam, incir, zeytin, ayva, nar, erik, şeftali, badem ağaçları ve günebakanlar ile süslenmiş bahçede asırlık taş binaların özenle korunduğu Aral Tatil Çiftliği'nde tarih, doğa, eğlence, özgürlük aynı anda yaşanıyor...


Ortam, çiftlik havası verilmiş otelden çok, gerçek bir çiftlik ortamı... Günboyu etrafta gezinen ya da barakalarında bulunan tavuk, ördek, tavuskuşu, kedi, köpek, keçi hatta eşek çocuklar için büyük bir eğlence.


Yolculuğumuz İstanbul, Tekirdağ, Keşan, üzerinden Eceabat’a, oradan feribotla Çanakkale’ye Çanakkale’den de İzmir istikametinde 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Geyikli yük yeri iskelesine dek kısa molalarla neredeyse kesintisiz  beş saat sürdü. Geyikli’den feribotla karşıya geçebilmek için yaklaşık iki saat bekledik.

Kısa süreliğine de olsa, herkes bizim gibi bu kısa tatili değerlendirmek istemiş ve yakın sayılabilecek Bozcaada’yı seçmiş. Eminim siz daha sakin bir zaman dilimi içerisinde, bizim  çektiğimiz sıkıntıları çekmeden ulaşırsınız Bozcaada’ya....

Adaya gelmişken  Bozcaada kalesi, Yeni Kale, Alaybey Camii, Köprülü Mehmet Paşa Camii, Namazgah Çeşmesi, Meryem Ana Kilisesi, Aya Paraskevi Ayazması, rüzgar gülleri, ve  şarap fabrikaları gezilebilir.

Ayrıca yaz mevsimi ile birlikte Ayazma, Sulu bahçe,Habbele ve Mermer burnu plajlarından denize girilebilir.

Ada içinde bisiklet turları, tekne turları yanında özellikle Ağustos sonu, Eylül başı gibi bağbozumu ve şarap tadım turları yapılabilir.

Adadan ne alabiliriz diye sorarsanız eğer; lezzetli ada şaraplarını, adanın ünlü çavuş üzümünü, kekik balını, domates reçelini ve de ada üzümlerinden yapılan reçel, pekmez, kurutulmuş üzümü almadan gitmeyin derim.

Biz ailece Bozcaada’yı çok sevdik, umarım siz de seversiniz...

14 Eylül 2010 Salı

İSTANBUL

Yaşadığım yer ile, İstanbul ile başlamak istiyorum yolculuğumuza; çünkü tam bir İstanbul aşığıyım ben.

Gerçi son 2-3 yıldır itiraf etmeliyim ki kaçasım var buralardan. Gürültü ve insan kirliliği her geçen beni biraz daha yoruyor ve yıpratıyor ama yine de İstanbul'un başlı başına bir fenomen olduğu gerçeğini gözardı etmiyorum..

Boğazı ile, tarihi mekanları ile, surları, camileri, adaları,  köprüleri, çarşıları ile, içiçe geçmiş varoş ve lüks yaşamları ile,geçmişten geleceğe uzanan, cıvıl cıvıl yaşayan, hem mutlu eden hem hüzünlendiren farklı bir metropol.

Benim İstanbul aşkım lise yıllarıma dayanıyor. Henüz lise çağlarında başarılı bir öğrenciyken lisanımı geliştirmek için adım attığım turizm sektöründe önceleri sadece transfer elemanı olarak çalışırken, günün birinde aniden bir tur ile görevlendirildim.

4 kişilik bir gruba Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii, Ayasofya, Hipodrom ve Kapalıçarşıyı tanıtacak, anlatacak ve de gezdirecektim. İyi de ben bunların hepsini, tarihini biliyor muydum?

Bütün gece ansiklopedi okuduğumu hatırlıyorum. Okudum, notlar aldım, işin içine biraz da tatlı dil ve güleryüz ekleyince alnımın akıyla ilk turumu tamamladım.

Sonra arkası gümbür gümbür geldi. Kariye Camii, Dolmabahçe Sarayı, Boğaz turu, Adalar, Mısır Çarşısı, Süleymaniye Camii derken hem küçük yaşımda hatırı sayılır parlar kazandım hem de pek çok insanla tanışarak ufkumu, kültürümü, lisanımı geliştirdim.

Bazen grup, bazen münferid olarak gezdirdiğim turistlerle birlikte ben de İstanbul'un farklı yönlerini, farklı güzelliklerini keşfettim ve yaşadığım bu şehre her geçen gün biraz daha aşık oldum.

Aşağıda İstanbul hakkındaki görüş ve düşüncelerimi içeren bir yazı bulacaksınız.
Bu yazı www. anneyiz.biz sitesindeki köşemde 21.08.2008 tarihinde yayınlandı.


İSTANBUL

Annemin ve babamın çok önem verdiği ve de maddi manevi desteklediği eğitimimi tamamladığım yılın sonunda (M.Ö 1991!!!), ülkeler arası karşılıklı değişim programı kapsamında 6 haftalık bir seyahate gittim Fransa’ya, Normandiya Bölgesi ve civarına, hem de tek başıma.

İlk bir haftamız Paris’te geçti. Diğer ülkelerden gelen arkadaşlarımızla tanışıp kaynaştık, Paris’in günlük hayatını tanımaya çalıştık.

Düşünsenize, 19 yaşındayım, hayatın başındayım, ailemden, evimden ilk defa bu kadar uzaktayım.
Hiç tanımadığım insanlar, sabah sabah sokakta yürürken bana gülümseyip selam veriyorlar, hatta günaydın diyorlar.

Yetmiyor, yolun karşısına geçmek isteyince varsın ışık yanmasın, araba duruyor, gözgöze gelirsen sürücü gülümsüyor!

Fransızcamla Fransızları allak bullak ediyorum, İstanbul’da öğrendim, memleketimin en köklü, en eski okullarından birinde diyorum, inandıramıyorum.

Sonra medeniyetin bu tadına doyulmaz lezzetini dönüşte burada, İstanbul’da arıyorum, bulamıyorum.

Üniversitede yaşadığım hayal kırıklıkları, beni ister istemez iş hayatına yönlendiriyor. Kendi ayaklarım üzerinde durmaya, kendi kendime yetmeye çabalıyorum, iş arkadaşlarımın destekleri yerine kösteklerine maruz kalıyorum. Hırsı, dedikoduyu, dalavereyi görüyorum, midem bulanıyor. Bir yandan iş, bir yandan okul derken, iyi niyetimin karşılığı olarak tassarruf tedbirleri gereği işten çıkartılıyorum.

Sonra yeni ve farklı işler, bambaşka insanlar.... Aklımda ve ağzımda gençliğimin henüz başında tattığım medeniyetin tadı..

Ah İstanbul! Taşı toprağı altın denilerek gelinen, büyük şehir diye düşünülen ama içinde yaşadıkça insanı lokma lokma çiğneyip, eriten, bitiren canavar, sözde medeniyetin beşiği....

Bir yanında kat kat plazalar, bir yanında oda oda kondular, bir yanında büyük alışveriş merkezleri, bir yanında semt pazarları, bir yanı ile zengin, bir yanı ile fakir, bir yanı ile canlı, bir yanı ile ölü büyük şehir...

Gündüzü farklı, gecesi farklı, gökkuşağı misali renk renk, katman katman bir şehir. Yaşamak için, içine girmek, bir parçası olmak için çabalarken, girdiğin anda çılgın bir girdaba tutulmuşçasına içinden uzaklaşılan şehir...

Kirli ama temiz, eski ama yeni, kötü ama güzel, aç ama tok, fakir ama zengin, sade ama şık şehir....

Nedir beni sana bu kadar bağlayan, tutku halinde sevdiren şey, bir anlayabilsem. Yaşadığım hayat ve çevre ile kıyaslarsam aslında senin tamamını değil, çok küçük bir parçanı yaşıyorum ben. Zamanım yok tamamını yaşamaya, biliyorum yetişemem zaten sana, hem gecene hem gündüzüne. Ama yine de sadece yaşadığım parçan ile bile ben sana tutkunum, hatta aşığım, evet evet aşığım ben sana İstanbul.

Havana, suyuna, trafiğine, köprülerine, boğazına, vapurlarına, alışveriş merkezlerine, Kapalıçarşı’na, saraylarına, müzelerine, kısacası her parçana aşığım tek tek ve topyekün.

Biliyorum sana bir kere ihanet ettim, seni terkedip gittim bir başka şehire, Ankara’ya. Gittim çünkü sevdiğim, aşkım, kocam kendisi için, bizim için, geleceğimiz için birşeyler yapmak istedi, denedi, olmadı, başaramadı, başaramadık ama en azından içimizde kalmadı.

Az mı gittim geldim o yolu sekiz ay boyunca her haftasonu. Az mı güldüm her gelişte ve de az mı ağladım her dönüşte. Ben sana ihanet etmedim canım İstanbul, ben seni hep çok sevdim ve hep çok seveceğim.

Okullar kapandı, herkes terketti gitti seni, böylece sen bana kaldın şimdi. Elimde simidimle bineceğim az sonra bir vapura istikamet Eminönü. Dışarısı yanarken alev alev ben atacağım kendimi Kapalıçarşı’ya, biraz gezdikten sonra oturacağım köşedeki meşhur kahveye. Önce bir fincan mis gibi türk kahvesi, sonra bir bardak buz gibi bir soda içip gelip geçen turistleri izleyerek tadına varacağım doya doya canım İstanbul.

.......................

Evin içinde bir oda, odada İstanbul
Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul
Adam sigarasını yaktı, bir İstanbul dumanı
Kadın çantasını açtı, çantada İstanbul
Çocuk bir olta atmıştı denize, gördüm
Çekmeğe başladı, oltada İstanbul
Bu ne biçim su, bu nasıl şehir
Şişede İstanbul, masada İstanbul
Yürüsek yürüyor, dursak duruyor, şaşırdık
Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İstanbul
İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım
Nereye gidersen git, orada İstanbul.

Ümit Yaşar Oğuzcan

12 Eylül 2010 Pazar

TURİSTİK AİLE

Gezmeyi, farklı kültürlerle tanışmayı, yöresel tatlarla buluşmayı seven bir çiftiz biz. Çocuklarımızı da bu mantıkla büyütmeye çalışıyor, imkanlar el verdiğince hep birlikte geziyoruz.

Gidip gezdiğimiz yerlerin sayısı arttıkça hatırı sayılır bir fotoğraf albümümüz de oluştu doğal olarak. Zaman zaman geriye dönüp baktıkça resimlere, anıları tazeliyor, yaşadığımız güzellikleri tekrar tekrar hatırlıyoruz.

En son  gerçekleştirdiğimiz Gökçeada seyahatimiz sırasında aklımıza geldi böylesi bir blog oluşturmak. Gezip gördüklerimizle, yiyip içtiklerimizle, tanıştıklarımızla, fotoğrafladıklarımızla gezmeyi sevenlere rehber olalım istedik ve yola çıktık.

Keyifli bir yolculuk bizleri ve sizleri bekliyor....

Turistik aile bu günden sonra burada sizlerle...